8 Ağustos 2011 Pazartesi

Hayat Dersi 1

1,5 yaşla birlikte Doruk'un olaylar karşısında sebep-sonuç ilişkisi kurma yeteneğide gelişmeye başlamış oldu. Yaptığı birçok şeyin sonucunu bilerek yapıyor artık.
Dökmek için, kırmak için bile bile yaptığı şeyler var mesela. Yemek yiyeceğini bildiği için sofraya kaşık götürdüğünü, akşam olduğu için bıcıbıcı yaptığını, uyumak için tavşanını yanına aldığını, üstümüzü değiştirdiğimiz zaman dışarı çıkacağımızı, kumandayı elimize aldığımız zaman TV'yi açacağımızı, damacananın üstünü çıkardığımızda birazdan sucunun geleceğini ve sabah benim işe gittiğimi ve akşam döneceğimi çok iyi biliyor.

E haliyle durum böyle olunca artık yaptığı bazı şeylerden ders almaya da başlıyor. Bu ilk "Hayat Dersi" yazımda ki olayları gerçekten içim cız ederek yaşadım. Ve anladım ki, evet o acısıyla tatlısıyla hayatı öğrenecekti ama esas zor olan benim sonucunu ve onun zaman zaman acı çekeceğini bilmene rağmen birçok şeye müdahale edemeyeceğimdi. Sanırım annelerin, babaların "anne olunca anlarsın" sözü işte tam burada gerçeklik kazandı benim kafamda.

Ama hepimiz hayatımız boyunca acısıyla tatlısıyla dersler alarak hayatı daha iyi nasıl yaşayacağımız öğrendik/öğreniyoruz. Aslında ne büyük mutluluk ki sıra şimdi Doruk'ta. Onun için yapacağımız en önemli kazanımda, yaşadığı herşeyden bir ders alıp bir sonraki adımını daha güvenle ve bilinçli atmasını sağlamak olacak sanırım.  Zor bir görevimiz var. Çok çalışmalıyız anne-baba olarak.

Evet "Hayat Dersleri-1" :)) başladı ve Doruk bu yazıları okuyana kadar kaç yüzüncü olacak göreceğiz.

Nişantaşı Nero Cafe'deyiz. Nevzat ve ben latte içiyoruz/içmeye çalışıyoruz ve bir taraftanda Doruk'la uğraşıyoruz. Doruk önce kahvelere pipet batırmak suretiyle kahvelerimizin tadına bakıyor. Her zaman yaptığı şey. Sorun yok. Fakat bu sefer işi bir adım daha öteye taşıyarak bardakları kafasına diklemek istiyor. Kahveler sıcak "Dur, yapma, etme" diyoruz anlamıyor. O kızıyor biz kızıyoruz ama yok ikna olmuyor. İllaki alacak ve dikleyecek kafaya.

En sonunda, çare olarak boş bir karton bardak alıp içine 3 yudum sıcak kahvemden koyuyorum. Amacım en azından birazcık dudaklarına değmesini sağlayıp sıcak olduğunu kendisine anlatmak. Ama herşey saniyelerle olup bitiyor. Ben bardağa kahveyi koyuyorum. Bardağı Doruk'un önüne bırakıyorum ve tam o sırada cafeden içeriye bir arkadaşımız girip bize sesleniyor ve biz bir anlık dikkatimizi Doruk'tan alıp arkadaşımıza veriyoruz. Sonra 3 saniye sonra ben tekrar Doruk'a alıyorum dikkatimi ama artık çok geç.... Doruk çoktan o kaynar kahveyi kafaya diklemiş tabiki içememiş ve tişörtüne dökmüş çığlıkla titremek arasında ne yapacağını şaşırmış, elinde karton bardakla ne yapacağına karar vermeye çalışıyor. 

Ben hemen tişörtünü üzerinden çıkarıp hasara baktım. Çok şükür ki birşey yoktu. Sadece ağzı birazcık yanmış gerisi tişörtüne gitmişti. Ama korkusu ona yetti. Sonraki yarım saat boyunca babasının kucağından inmedi ve ona sarılarak oturdu. Kahveye de yan gözle bile bakmadı.

Böylece, bir kahvenin ne kadar sıcak olabileceğini, sıcak dendiğinde ne demek istediğimizi yine de çok az hasarla öğrenmiş oldu benim küçük prensim..... Benimse bütün keyfim kaçtı, üzüldüm, kurdum, saçmaladım.


Diğer olaysa, birçok annenin başına gelmiş olduğunu düşündüğüm bir park klasiği....

Yine Nişantaşı, bu kez Mıstık parkındayız, Doruk mutlulukla kaydırakların merdivenlerini çıkıyor, kaydırağın üstünde biraz yürüyor, babasına bakıyor, kıkırdıyor sonra diğer merdivenden babasının kucağına atlıyor. Bu şekilde, sabaha kadar oyalanabilir. O kadar hoşlanıyor bundan yani. Ne salıncak, ne tahtravalli gözünde.

Ve 10 dakika sonra elinde bir topla hiçte arkadaş canlısı olmayan 6-7 yaşında bir çocuk parka geliveriyor ve Doruk tüm işini bırakıp çocuğun yanına gidiyor. Amacı birlikte top oynamak. Ama çocuk hiç oralı değil. Ne topunu vermek istiyor, ne oynamak. Aksine Doruk'un onun topunu istiyor olmasından zevk alıyor ve bunu Doruk için işkenceye döndürmeye çalışıyor.

Biz ise, Doruk'a topunu veriyoruz. O pis, çamurdan rengi bile belli olmayan toptan binkat daha güzel topunu. Doruk'un parkta çok tatlı bir arkadaşı vardı o gün onunla oynasını istiyoruz. Çocukta oynamak istiyor ama yok Doruk illa o pis ötesi topu ve arkadaşlık sevmeyen çocuğu istiyor.

Bizde ani bir kararla toparlanıp parkı terk etmeye karar veriyoruz. Tabiki ağlıyor benim küçük oğlum gitmek istemediği için. Anlatıyorum yolda ona, başkalarının oyuncaklarını almaması gerektiğini, heleki kendisiyle oyuncağını paylaşmak istemeyen çocuklarla oynamaması gerektiğini, yoksa böyle üzüleceğini, kendi keyfini yaşayamayacağını anlatıyorum. Bilmiyorum belki de henüz çok küçük bu zor ders için ama yapılabilecek bişey yok. O gün için benim güzel oğlumun park keyfide kısa sürüyor haliyle. Tabi bizim de keyfimiz kaçıyor çocuğumuz parkta oynayamadığı için. Üç kuruşluk pis bir top yüzünden :(

Çok üzgünüm......











3 yorum:

Adsız dedi ki...

Ahh, sevgili Özlem... Yazını okurken elimde olmadan gülümsedim. Sakın hafife aldığımı sanma ama çocuklar büyüdükçe, bu hayat derslerinin sonuçları gitgide sertleşiyor senin de tahmin ettiğin gibi... ve bu anlattıkların insanda tebessüm bırakıyor şimdi bende olduğu gibi:)

Özlem dedi ki...

Görkemciğim yok canım hafife almadığını ama senin daha fazlasını yaşadığını çok iyi anlıyorum. Çocuklar ne kadar acımasız birbirlerine karşı bunu o kadar iyi görüyorum ki parklarda... bizde işte başladık bu çarkın içine girmeye.. Ama dediğim gibi, bunları yaşarken, onların acıdığını gördüğümüzde, belki de kendilerini savunamadıklarında gözlerimiz dolacak ama sonraki güzel adımlarını, gelişimlerini gördüğümüzde de çok mutlu olacağız.. Hayat böyle bisey işte. Onlarda büyüyüp gidecekler işte...

Dip Not: Hayalimiz Doruk'u eğer oda isterse tabi mutlaka karete yada aikidoya göndermek. O ayrı. :)

Adsız dedi ki...

Hahhaha! Ben de kendime bile itiraf etmekten korksam da, içimden bazen "ağlayarak bana koşacağına, sen de patlat oğlum bi tane" demiyor değilim. Fakat işin ilginç yanı, şimdilerde Rüzgar yapmaya başladı bazı sinir olduğum arsızlıkları. Şiddet boyutunda değil ama yine de can sıkıcı hareketler... Belki de kendisini koruma içgüdüsüdür, genelde çok saçmalamadıkça uzaktan izlemekle yetiniyorum, yanlış yönlendirmekten korktuğumdan.